ŞİA
MEZHEPLERİ
ŞİA
DA NAMAZ:
Birinci
Rekat
Namazın
birinci rekâtı şunlardan ibarettir:
1-
Tekbiret-ul İhram (iftitah tekbiri, yani namaza başlarken “Allah-u Ekber”
demek).
2-
Niyet.
3-
Kıraat (Fatiha ve herhangi bir sureyi tam olarak okumak).
4-
Rükû ve zikri.
5-
İki secde ve zikri.
İFTİTAH
TEKBİRİ (TEKBİRET-ÜL İHRAM)
Namaza,
“Allah-u Ekber” söylenerek başlanır. Namaza başlarken “Allah-u Ekber” söylemek,
Allah’tan başka her şeyden koparak Allah’a yönelmek anlamındadır.
“Allah-u
Ekber”, Allah’ın yüce olduğunu ilân etmek ve Allah dışındaki diğer bütün
yalancı güçlerden uzak durmak demektir. Bu tekbirle namaza girilir ve bazı
işleri yapmak insana haram olur.
NİYET
Namaza
başlarken hangi namazı kıldığımızın, örneğin öğle namazı mı, ikindi namazı mı
kıldığımızın farkında olmamız gerekir ve onu sadece yüce Allah’ın emrini yerine
getirmek amacıyla kılmalıyız. İşte namazın asıl parçalarından sayılan bu amele
“niyet” denir. Niyet ettikten sonra açıklanacak olan namazı bozan şeylerden
sakınmak gerekir.
Tekbir
getirirken elleri kulak hizasına kadar kaldırmak müstehaptır. (Elleri kulak
memesine değdirmek ve öylece tutmak Ehlibeyt mektebine göre doğru bir amel
değildir. Doğru olan elleri kulak hizasına kadar kaldırıp Allah-u Ekber diyerek
elleri tekrar aşağı indirmektir. Yani eller kalkar kalmaz Allah-u Ekber denmeli
ve eller öylece yukarıda bekletilmemelidir.)
KIRAAT
“Allah-u
Ekber” söylenerek namaza başlandıktan sonra ilk önce Fatiha suresi okunur:
Fatiha
Suresi
Bismillahirrahmanirrahîm.
El
hamdu lillahi rabbil alemîn. Er rahmanir rahîm.Maliki yevmid dîn. İyyake
na'budu ve iyyake nesteîn. İhdinas siratal mustekîm. Siratallezine en'amte
aleyhim ğayril mağzubi aleyhim ve lazzâllîn.
Anlamı:
-
Dünyada mümin ve kâfire, ahirette ise yalnızca mümine merhamet eden Allah’ın
adıyla başlıyorum.
-
Övgü, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
-
Allah, dünyada mümin ve kâfire, ahirette ise yalnızca mümine merhamet eder.
-
Allah cezâ ve mükâfat günü olan kıyametin sahibi ve malikidir.
-
Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
-
Bizi doğru yola hidayet et.
-
Nimet verdiğin kimselerin yoluna; (onlar) ki ne kendilerine gazap edilmiştir ve
ne de sapmışlardır.
Fatiha’dan
Sonra Tam Bir Sure Okunmalıdır
Fatiha
suresi okunduktan sonra Kur’an-ı Kerim’in herhangi bir suresi tam olarak
okunmalıdır. Burada Ehlibeyt mektebi ile ehli sünnet mektebi arasında bir fark
bulunmaktadır. O da şudur ki Şia’da Kur’andan tam bir sure okunmalıdır. Ayet
veya ayetler yeterli değildir. Örneğin, İhlas suresi, Asr Suresi, Kevser
Suresi, Kadir Suresi okunabilir. Ancak genel olarak birinci rekatta Fatiha’dan
sonra kadir suresi ikinci rekatta ise ihlas suresi tavsiye edilmiştir.
İhlas
Suresi:
Bismillahirrahmanirrahîm
Kul
huvallahu ehad. Allahus samed. Lem yelid ve lem yuled. Ve lem yekul lehu
kufuven ehad.
Anlamı:
-
Dünyada mümin ve kâfire, ahirette ise yalnızca mümine merhamet eden Allah’ın
adıyla başlıyorum.
-
Ey Muhammed! De ki: O Allah tektir.
-
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her şey O’na muhtaçtır.
-
O doğurmamıştır ve doğmamıştır.
-
Yaratıklarından hiçbir kimse O’nun dengi değildir.
Kıraatle
İlgili Birkaç Hüküm
1-
Erkekler sabah, akşam ve yatsı namazlarında, birinci ve ikinci rekâtta Fatiha
ve sureyi sesli, öğle ve ikindi namazında ise sessiz okumalıdırlar. Ama
kadınlar sesli kılınması gereken yerleri sessiz okuyabilirler. (eğer namaz
esnasında namahrem biri varsa sessiz kılmaları farzdır.)
2-
Namazın birinci ve ikinci rekâtında Fatiha suresi ve peşinden herhangi bir sure
tam olarak okunmalıdır. Üçüncü ve dördüncü rekâtta ise Fatiha suresi
okunabileceği gibi tesbihat-ı erbaa da okunabilir.
3-
Namazda kasıtlı olarak sesli okunması gereken yerleri sessiz ve sessiz okunması
gereken yerleri sesli okumak caiz değildir. Ancak yanlışlıkla okunursa,
sakıncası yoktur.
4-
Üç ve Dört rekatlı (öğle, ikindi ve yatsı namazlarının üçüncü ve dördüncü
rekatlarında) tesbihat-ı erbaa ve tesbihat-ı erbaa’nın yerine okunan Fatiha
suresi sessiz okunmalıdır.
5-
Sessiz okunması gereken (öğle ve ikindi) namazlarda birinci ve ikinci rekâtta
“besmele”yi sesli okumak müstehaptır.
RÜKÛ
Kıraattan
sonra insanın, elleri diz kapaklarına değecek kadar eğilmesi ve en az bir defa:
“Subhane
rabbiyel ‘azîmi ve bi-hamdih”[1]
Veya
en az üç defa “Subhanallah”[2] demesi gerekir.
Rükuuyla
İlgili Birkaç Hüküm
1-
Rükû zikri okunurken beden hareketsiz olmalı.
2-
Namazın her rekâtında sadece bir rükû yapılır.
SECDE
Daha
sonra rükûdan tamamen doğrulduktan sonra secdeye gidilir ve bedenin yedi
organının (alın, iki elin içi, iki diz kapakları, iki ayağın baş parmakları)
yere temas etmesi farzdır. Ve en az bir defa:
“Subhane
rebbiyel e‘’lâ ve bi-hemdih”[3]
Veya
en az üç defa “Subhanellah”[4] denir. İkinci secdenin bitişiyle namazın birinci
rekâtı da bitmiş olur.
Secdeyle
İlgili Birkaç Hüküm
1-
Namazın her rekatında iki secde yapılır.
2-
Birinci secdeden sonra tam olarak oturulur ve sonra ikinci secdeye gidilir.
3-
Secde edilen yerle ayakların bırakıldığı yer bir hizada olmalıdır. Ancak biri
diğerinden dört bitişik parmağı geçmeyecek miktarda yüksek veya alçak olursa,
sakıncası yoktur.
4-
Secde hâlinde vücut istikrar bulmalıdır.
5-
İkinci secde bittikten sonra diğer rekatlar için ayağa hemen kalkılmamalıdır.
Burada da Ehlibeyt mektebi ile Sünniler arsında farklılık vardır. Ehli sünnete
göre ikinci secdeden sonra tam oturulup beden istikrar bulmadan ve
sabitlenmeden hemen ayağa kalkılır. Ancak Şia mektebinde tam olarak oturulur ve
beden istikrar bulup sabitlendikten sonra ikinci rekat için ayağa kalkılır. Ve
bu şekilde yapmak farzdır.
Üzerine
Secde Edilen Şeyin Şartları
1-
Üzerine secde edilen şey; toprak, taş, çakıl gibi yer denebilecek veya yerden
üreyip de yenilmeyecek ve giyilmeyecek bitkilerden olmalıdır.
2-
Üzerine secde edilen şey pak olmalıdır.
3-
Üzerine secde edilen şey sabit olmalıdır.
Secdeyle
İlgili Birkaç Nokta
1-
Genellikle Caferiler arasında yaygın olan topraktan yapılmış namaz mühürü,
gerçekte namaz kılan kişinin namaz kılarken alnını bırakmak için yanında
taşıdığı temiz topraktır.
2-
Namazda secdeye giderken alnı, İmam Hüseyin’in (ona selâm olsun) mezarının
toprağından yapılmış veya Kerbela toprağından elde edilmiş toprağa bırakmak
daha iyidir.
3-
Allah’tan başkası için secde yapmak haramdır. Çünkü secde insanın ibadet ve
kulluk hâlidir; ibadet ve kulluk ise sadece Allah’a yapılır.
İkinci
Rekat
Birinci
rekât bittikten sonra namazın şekli bozulmadan veya namaz amellerine ara
verilmeden ayağa kalkılır ve tekrar birinci rekâtta olduğu gibi Fatiha sûresi
ve Kur’an surelerinden herhangi bir sure tam olarak okunur.
KUNUT
Tüm
namazların ikinci rekatında Fatiha ve Kur’an surelerinden herhangi biri tam
olarak okunduktan sonra rükûya gidilmeden önce ellerin yüz hizasına
kaldırılması, avuçların göğe doğru açılarak yanyana tutulup dua edilmesi
müstehaptır; bu amelin adına “kunut” denir. Kunutta baş parmak dışındaki
parmakların birbirine bitiştirilmesi ve avuçların içine bakılması müstehaptır.
Kunutta
şu dua okunabilir:
-
Rebbenâ âtina fid-dunya haseneten ve fil-ahireti haseneten – ve kinâ ‘ezâb-en
nâr.[Bakara suresi, 201.ayet]
Anlamı:
“Rabbimiz
dünyada da iyilik ve güzellik ver bize, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve
bizi ateşin azabından koru.”
Resulullah
(s.a.a) buyuruyor ki: “Namazının kunutu uzun olan kişinin kıyamette hesaba
çekilişi kolay olur.”[5]
Kunuttan
sonra birinci rekâtta olduğu gibi rükûya gidilir ve sonra secde yapılır.
Kunutla
İlgili Birkaç Hüküm
1-
Cemaat namazı dışında kunutu yüksek sesle okumak müstehaptır.
2-
Kunutta okunan duanın Arapça olması gerekmez; herhangi bir dille okunabilir.
TEŞEHHÜT
Namazın
ikinci ve son rekatında iki secdeden sonra oturularak teşehhüt okunur:
-
Eşhedu en lâ ilâhe illallâhu vehdehu lâ şerîke leh
-
Ve eşhedu enne Muhemmeden ‘abduhu ve resûluh
-
Allahumme salli ‘ale Muhemmedin ve âl-i Muhemmed
Anlamı:
-
Şehadet ederim ki, Allah’tan başka kulluğa layık bir ilâh yoktur. O, tektir ve
ortağı yoktur.
-
Şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (Allah ona ve Ehlibeyti’ne rahmet etsin) O’nun
kulu ve elçisidir.
-
Allah’ım! Hz. Muhammed ve Ehlibeyti’ne rahmet et.
Teşehhütten
sonra namazın ikinci rekâtı da biter. Eğer sabah namazı gibi iki rekât olan bir
namaz kılınıyorsa, teşehhütten sonra selâm verilerek namaz bitirilir.
SELAM
Namazın
son rekatında teşehhütten sonra selâm verilir. Selâm şöyle okunur:
-
Es-selâmu ‘aleyke eyyuhen-nebiyyu ve rahme-tullâhi ve berekâtuh
-
Es-selâmu ‘aleynâ ve ‘ale ‘ibâdillâh-is sâlihîn
-
Es-selâmu ‘aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuh.
Anlamı:
-
Selâm olsun sana ey Allah’ın peygamberi; Allah’ın rahmet ve bereketi senin
üzerine olsun.
-
Selâm olsun bize ve Allah’ın iyi kullarına.
-
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketleri siz müminlerin üzerine olsun.
ÜÇÜNCÜ
REKAT (TESBİHAT-I ERBAA)
Eğer
akşam namazı gibi üç rekât olan bir namaz kılınıyorsa, ikinci rekâtta teşehhüt
okunduktan sonra selâm verilmeksizin üçüncü rekât için ayağa kalkılır. Namazın
üçüncü rekâtı da ikinci rekât gibidir. Ancak üçüncü rekâtta bir sure okunmaz;
sadece bir defa Fatiha suresi veya üç defa tesbihat-ı erbaa zikri okunur. Sonra
rükûya gidilir. Daha sonra secde yapılır. İki secdeden sonra oturulur teşehhüt
ve selâm okunur ve böylece namaz bitmiş olur.
Tesbihat-ı
Erbaa
Namazın
üçüncü rekatında rükûya gidilmeden önce bir defa Fatiha suresi veya üç defa
tesbihat-ı erbaa okunmalıdır. Tesbihat-ı erbaa şöyledir:
-
Subhanallahi
-
Velhamdu lillahi
-
Vela ilâhe illallahu
-
Vallahu ekber
Anlamı:
-
Yüce Allah pak ve münezzehtir.
-
Bütün övgüler O’na mahsustur.
-
Allah’tan başka kulluğa layık ilâh yoktur.
-
O vasfedenlerin vasfından yücedir.
Dördüncü
Rekât
Eğer
öğlen, ikindi ve yatsı namazı gibi dört rekât olan bir namaz kılınıyorsa,
üçüncü rekâtın iki secdesinden sonra teşehhüt ve selâm okunmadan dördüncü rekât
için ayağa kalkılır. Üçüncü rekatta olduğu gibi Fatiha suresi veya üç defa
tesbihat-ı erbaa okunduktan sonra rükû ve iki secde yapılır ve iki secdeden
sonra oturularak teşehhüt ve selâm okunur ve böylece namaz bitmiş olur.
Hatırlatma
1-
Namaz “Allah-u Ekber”le başlar “selâm”la biter.
2-
“Teşehhüt” namazın ikinci rekâtında ve son rekatında iki secdeden sonra okunur.
3-
“Selâm” namazın bitişi olduğundan sadece namazın son rekâtında okunur.
*************************************************************
SİYASİ
MEZHEPLER
1
- ŞİA
a
- ORTAYA ÇIKIŞI:
Şiilik,
îslâm siyasî mezheplerinin en eskisidir. Şiiler ve mezhepleri Hz. Osman
(RA)´ın son dönemlerinde ortaya çıktı, Hz. Ali (R.A.)´m döneminde ise gelişip
yayıldı.
Hz.
Ali (R.A.) insanlarla oturup kalktıkça insanlar onun hayranı oluyorlar,
kabiliyetini, ilmini ve dindarlığını son derece beğeniyorlardı. Aşırı uçlar,
insanların bu duygularını istismar edip, kendi görüşlerini yaymaya başladılar.
Emevîler
döneminde Hz. Ali (R.A´.)´ın çocuklarına karşı yapılan zulüm ve işkenceler
çoğalıp had bir safhaya varınca, Resulûllah´m soyundan olan bu insanlara karşı
sevgi hisleri gittikçe arttı, insanlar bunlara, zulüm neticesinde şehid olanlar
nazarıyla bakmaya başladı. Bu yolla Şiî mezhebinin çerçevesi gitgide genişledi
ve mezhebin mensupları çoğaldı.
Bu
mezhebin temel prensipleri îbn-i Haldun´un, «Mukaddime» adlı eserinde
zikrettiği şu esaslardan ibarettir:
«Hilafet
meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumî meselelerden değildir. Halife
olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gelecek birisi değildir. Hilafet, dinin
temel prensibi ve İslâm´ın bir esasıdır. Herhangi bir peygamberin bundan gafil
olması, onu ihmal etmesi ve bunu ümmete bırakması asla caiz değildir. Bilakis
peygamberlerin, ümmete imam tayin etmesi onun üzerine bir görevdir. İmamın
da, büyük küçük bütün günahlardan beri olması gerekir.»
Bütün
şiîler Ali b. Ebi Talib (R.A)´ın, Peygamber Efendimiz (S. A.V.) tarafından
seçilmiş bir Halife olduğu ye onun, ashab-ı kiram (R.A.)´ın en efdali olduğu
hakkında ittifak etmişlerdir.Bu nedenle peygamberden sonra hilafetin onun hakkı
olduğunu savunurlar.Hakkının yendiğini savunurlar.Bunlara göre, Peygamberden
sonra Halife olmaya en lâyık kişi, amcasının oğlu Hz. Ali idi. Ondan daha önce
Halife olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman, Hilafeti, ona layık olandan gasp yoluyla
almışlardı.Ali'den önceki halifelere kızanından , sövenine kadar çeşitli türde
şiiler ve şiilik vardır.
Muaviye kendi döneminde, oğlu Yezid ve daha sonra
gelen Emeviler döneminde, Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam eden kötü bir
âdet meydana getirmişti. O da; Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet önderi Ali
b. Ebi Talib (R.A) ´e lanet okunmasıydı. Diğer sahabîler bu tutumu şiddetle
eleştirdiler. Muaviye ve valilerini bundan sakındırdılar. Peygamberimizin
zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye´ye yazdığı bir mektupta bundan vaz
geçmesini isteyerek şöyle demiştir.
«Siz
minberlerinizden Allah´a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî
Talib´e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben ş´ahidim ki Resulullah (S.A.V.)
de Ali´yi severdi.»
Buna
ilâveten Muaviye´nin oğlu Yezid döneminde, hadis-i şerifte zikredildiği gibi
cennet gençlerinin efendileri olan iki kardeş Hasan ve Hüseyin´in ikincisi
yani Hz. Hüseyin zalimce öldürüldü, kanı heder edldi, dinin yasaklan çiğnendi.
Hz. Ali ve Hz. Hüseyin´in kızı esir cariyeler olarak Yezicve gönderildi.
Halbuki bunlar Resulullah´m kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı.
DÎNİN
ESASLARI (USÛL-Ü DÎN) HAKKINDAKİ İNANÇ
Ehl-i
Beyt mektebine göre, dînin beş temel prensibi vardır. Ve bunlara,
bu
yola mensûp her Müslüman itikâd etmelidir.
1.Tevhîd
: Allahın varlığına birliğine inanmak
2.Nübüvvet
:Peygambere inanmak
3.Mead
:Ahirete ve yeniden dirilmeye inanmak
4.Adâlet
:Allahın kimseye zulmetmeyeceğine inanmak
5.İmâmet
:12 imama inanmak
İslâm’ın
şartları;
Namâz,
Oruç, Zekât, Hac, Humus, Cihâd, Emr-i bil Marûf (iyiliği
emretmek),
Nehy-i anil Münker (kötülükten sakındırmak), Tevellâ (Ehl-i Beyt’e ve
dostlarına
dost olmak), Teberrâ (Ehl-i Beyt’in düşmanlarından uzak durmak ve onları
sevmemek).
HUMUS:
Humus, "beşte bir" demektir. Kur'an'da sizin de tespit ettiğiniz gibi
sadece Enfal suresinin 41. ayetinde söz edilir. Kur'an'da ve sünnette humusun
tek gelir kaynağı vardır: GANİMET. Mezkûr ayet ganimetin sarf yerlerini
gösterir.
Bu
ayete benim mealim genelin mealinden farklıdır: ŞUNU İYİ BİLİN Kİ, GANİMET
OLARAK ALDIĞINIZ HER ŞEYİN BEŞTE BİRİ ALLAH'A VE ELÇİEYE; DOLAYISIYLA
YAKINLARA, YETİMLERE, MUHTAÇLARA VE YOLDA KALMIŞLARA AİTTİR.
Bu
meal Rasulullah'ın uygulamasına uygundur. Geriye kalan beşte dördü savaşa
katılan mücahidlere dağıtılır. Beşte biri ise bu sayılan sınıflara verilmek
üzere Rasulullah tarafından alınır.
Caferiler
ise Humus'u ayette gösterilen kaynağa şamil kılmayıp yedi yeri humusa dahil
ederler: 1. Ticaret ve Kar, 2. Maden, 3. Define, 4. Harama karışmış helal mal,
5. Denizden çıkarılan mücevher, 6. Savaş ganimeti, 7. Zımminin müslümandan
aldığı yer.
Bunlar
içinde sadece 7. maddenin delili vardır.
Gerisinin delilini ben ne sünni kaynaklarda ne de Şii kaynaklarda
görmedim.
Bu
humusun alınacağı yerler.
Bir
de sarf edileceği yerler var: Bunlar da Şia'da ikidir: 1. Seyyidlerin hissesi
ki bu 12 imama itikat eden seyyidler olmalıdır zalim bile olsa onlara verilir
Caferi fıkhına göre. Bu kimselerin diğerlerinden ayırt edilmesi maksadıyla siyah
sarık sarma geleneği ihdas edilmiştir.
İkinci
masraf yeri İmam hissesidir ki, bu hisse 12. imamın ğaybetinden sonra zamanın
müçtehidine verilmeye başlanmış ve Caferi fıkıh geleneği de öyle oturmuştur.
Sualinizin
cevabı olarak son sözüm: Humus menşeini genişleten hüküm nassa değil, Şia
imamlarının içtihatlarına dayanmış görünmektedir.
Vesselam,
veddua.
b
- YAYILIŞI
Şiilik
ilk önce Hz. Osman (R.A.) ödneminde Mısır´da başladı.Daha sonra Irak´a sıçradı
ve orayı merkez edindi.Acaba neden Irak, Şiiliğin merkezi olmuştur Bunun birkaç
sebebi vardı:
1)
Hz. Ali (R.A´.) hilafeti boyunca Irak´ta kaldı. Orada insanlarla görüştü,
Iraklılar Hz. Ali´yi takdir etmeyi gerektiren faziletlerini bizzat gördüler ve
hiçbir zaman Emevîlere kalben dost olmadılar.
2)
Hz. Muaviye, hilafeti döneminde Irak´a vali olarak Ziyad b. Ebih´i gönderdi.
Ziyad, görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı
gelme duygularını silemedi.Ziyad´dan sonra Yezid devrinde Irak´ın valiliğini
Ziyad´ın oğlu yaptı. Bunun döneminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar
Iraklılar oldu.
3)
Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğullarına geçince Âbdülmelik
vali olarak Irak´a meşhur Haccac´ı gönderdi. Haccac baskıyı daha da artırdı.
Her baskı arttıkça şülik mezhebi de güçlendi.
4)
Diğer yandan Irak, eski medeniyetlerin birleştiği bir yerdi. Irak´ta Fars ve
Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalıntıları bulunuyordu. Aynca bu
ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşüncesi katılmıştı. Bu medeniyet ve
düşünceler Irak´ta birbirleriyle yoğruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun
meydana geldiği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar...
işte bu sebepledir ki Irak´ın düşünce yapısına uygun bir çok felsefî görüşler,
şülik mezhebine karıştı.
5)
Bütün bunlara ilâveten Irak, ilmi araştırmaların beşiği ve Iraklılar da zeki
insanlardı. Bunlar hakkında İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah
(S.A.V.)´in, devrinde yaşayan Araplarla bu topluluk arasında bana göre fark
şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinlerindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve
heveslerine uyan kişiler, acaip inanç sahipleri ve harika mezhepler´yetiştirir.
Bu iklimin halkı gözü açık, araştmcı, görüş ve inançlan inceleyici ve
mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars krallan olan Kisralar
döneminde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri kişiler
çıkmıştır. Hicaz´ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da
bu zihniyette değildir."
c-
ELEŞTİRİLER
İçlerinde
Prof. Douzy´nin de bulunduğu bir kısım Avrupa âlimleri, şiilik mezhebinin
kökünün Fars eğilimli olduğunu tesbit etmişlerdir. Çünkü Araplar, hür olarak
yaşamaya alışmış Farslar ise krala, krallığın veraset yoluyla intikal ettiğine
inanmışlardır. Farslar, Halifenin seçimi gibi bir mefhumu bilmezler.Farslar,
krallarına kutsal bir nazarla bakmaya alışmışlardı. Hz. Ali ve soyuna da aynı
görüşle baktılar, insanın birinci vazifesinin, Halifeye itaat etmek olduğunu,
Halifeye itaatin ise Allah´a itaat etmek olduğunu söylediler.
Diğer
bir kısım Avrupa âlimleri ise şii mezhebinin, Farslardan daha çok Yahudi
dininden kaynaklandığını ileri sürerler. Buna delil olarak ta Hz. Ali´nin,
kutsallaştınlmasma ilk davet eden Abdullah b. Sebe´nin Yahudi oluşunu
gösterirler.
Şa´bî,
şiilik hakkında şöyle dedi: «Bunlar, İslâm ümmetinin Yahudîleridir.
İbn-i
Hazm, «Fisal» adlı kitabında şöyle der:
«Bu
şiiler, îlyas (A. S.) Fanhas b. Âzâr b. Harun (A.S.) şu âna kadar diridirler.
diyen Yahudilerin yolunu tutmuşlardı. Bazı tasavvufçılar da bu yoldan gitmiş,
Hızır ve îlyas (A.S.)´ın bugüne kadar sağ olduklarını sanmışlardır. (el-Fisal
sh. 4-180 )
d
- FIRKALARI
1)
Sebeiyye: Hz.Ali halifelerin en üstünüdür.O Allahtır.Halifelik onun hakkıdır.O
ölmedi.
2)
Ğurabiyye: Peygamberlik Alinin hakkıydı.Cebrail yanlışlıkla ona vahiy getirdi.
3)
Keysaniyye:İmam olarak Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye'yi tanır.
4)
Zeydiyye: Önceki 3 halifeyi tanırlar. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali
Zeynelâbidin´dir.
5)
İmamiye: 12 imam prensibine inanılır.İmamlar masumdur.Bu günkü esas şia akımı.
A)
İsnaaşeriyye: (Caferiyye).İmamiyyenin bugün en yaygın ve büyük kolu.Caferi
Sadıktan sonra imamlığın oğlu Musa Kazım'a geçtiğini söylerler.
B)
İsmailiyye: (Batınilik) Caferi Sadıktan sonra imamlığım Musa Kazım'a değil
diğer oğul İsmail'e geçtiğini söylerler.
6)
Hakimiye: Bu aşın gurubun reisi, Allah´ın, kendisine hulul ettiğini
(girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi
devletinin başkanlanndan «el-Hâkim bî-Emrillah» dır.
7)
Dürziler: Dürzî inancına göre Allah, Yedi İmam'dan sonra Fatımî halifesi Hâkim
Biemrillah el-Mansur İbnil Aziz Billah'ta Hâkim Biemrihi adıyla insan kılığında
görünmüştür. Halife'nin veziri Hamza bin Ali de onun peygamberidir.Bu görüşü
Suriyede yayan Anuştegin ed-Derezi den adını aldığı sanılmaktadır.
8)
Nusayriye: Hasan Sabbah'ın mezhebi .Hz.Ali'yi Allah olarak tanır ,islamın
batıni tarafıyla ilgilenirler.
9)
Rafizilik :
Şii
olarak kabul edilen kimseler için yanlış olarak kullanılmış bir tabir şeklinde
karşımıza çıkmaktadır. Zira, bu isimde hiç bir müstakil fırkaya rastlayamıyoruz.
Şia için de Rafizilik tanımı kullanılmıştır.Şianın kollarıiçin de.
1)
Sebeiyye:
Bunlar,
Abdullah İbn-i Sebe´ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe´ Hiyreli bir Yahudi idi.
Kendisini müslüman olarak gösteriyordu. Annesi siyah bir cariye olduğu için
İbn-i Sebe´ye «Siyah kadının oğlu» anlamına gelen «îbnüssevda» da denilirdi.
Bu kişinin Hz. Osman (R.A.) ve valileri alyhinde aşırı propaganda yapan bir
kişi idi.
İbn-i
Sebe´, bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey
yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib´i almıştı. îbn-i Sebe´,
Tevratta her peygamberin bir vekili olduğunu gördüğünü, Hz. Ali´nin de Hz.
Muhammed´in vekili olduğunu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu
gibi Hz. Ali´nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed´in tekrar
dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı.
îbn-i
Sebe´ bu hususta şöyle der: «Mesih İsa´nın döneceğini söyleyipte Muhammed´in
döneceğini söylemeyene hayret ederim.» İbn-i Sebe´ bu görüşünden daha da ileri
giderek, Hz. Ali´nin «Allah» olduğuna hükmetti. Bu sözler kendisine ulaşınca
Hz. Ali onu öldürmek ´ istedi. Fakat Abdullah ibn-i Abbas buna mâni oldu ve Hz.
Ali´ye şöyle dedi: «Eğer onu öldürürsen, arkadaşların seninle ihtilafa
düşerler. Halbuki sen Şamlılarla tekrar savaş etme kararındasın.». Bunun
üzerine Hz. Ali îbn-i Sebe´yi Medain´e sürgün etti.
Hz.
Ali (R.Â.) şehit edilince İbn-i Sebe´ insanların Hz. Ali´yi sevmelerini ve
şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali´nin ölümü hakkında
insanları saptırmak ve onların inançlarım bozmak için karakterine uygun olarak
çeşitli yalanlar yaymaya başladı, îbn-i Sebe´öldürülenin Hz. Ali olmayıp, onun
şekline giren bir şeytan olduğunu, Hz. İsa´nın göğe çekildiği gibi Hz. Ali´nin
de göğe çekildiğini anlatmaya başladı ve şöyle dedi: «Yahudi ve Hristiyanlar
Meryemoğlu îsa´yı öldürdükleri iddialarında yalancı oldukları gibi Hariciler de
Hz. Ali´yi (R.A.) öldürdükleri iddialarında yalancıdırlar.
Yahudi
ve Hristiyanlar, asılmış bir kişi gördüler, onu İsa´ya benzettiler. Hz.
Ali´nin öldürüldüğünü söyleyenler de böyledir. Hz. Ali´ye benzeyen bir kişinin
öldürüldüğünü gördüler, onun Ali olduğunu zannettiler. Halbuki Ali göğe
çekildi. Gök gürültüsü onun sesi, şimşek çakması ise onun gülümsemesinin bir
eseridir.»
Sebeîler,
gök gürültüsünü işittikleri zaman şöyle derler «Esselâ-mü aleyke ya Emireî
müminin» (Selâm senin üzerine olsun ey müminlerin emiri).
Ömer
İbn-i Şurahbil, Abdullah İbn-i Sebe´ye şöyle söylenildiğini nakleder. «Hz. Ali
öldürüldü». İbn-i Sebe´de şöyle cevap verdi. «Eğer bize bir kâse içinde onun
beynini dahi getirseniz, öldüğüne inanmayız. O, gökten inip, bütün yeryüzüne
hükmetmeden ölmiyecektir.»[14]
Sebeilerden
bazıları şöyle derdi: «îlah, Hz. Ali ve ondan sonra gelecek olan imamlara huîül
etmiştir.» Bu söz, ilâhların bazı insanlara hulul ettiğini, ilâhın ruhunun,
liderden lidere intikal ettiğini iddia eden bir kısım eski dinlerin görüşüne
uygundur. Nitekim eski Mısırlılar, Firavunlar hakkında bu iddiada bulunurlardı.
Sebîlerden
bir zümre de ilâhın, Hz. Ali ile birleştiğini iddia etmişler ve ona «Allah
işte sensin demişlerdir. Hz. Âli (R.Â.) yukarıda da izah ettiğimiz gibi,
bunları yakmak istedi.
kaynak:
EI-Farku Beynel Firak, Abdulkahir el-Bağdadî.
2)
Ğurabiyye:
Bu
gurup da aşın fırkalardan biridir. Bunlar, Sebeîler gibi Hz. Âli´yi
ilâhlaştırmamışlarsa da O´nu hemen hemen Hz. Muhammed (S.A.V.)´den üstün
saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali´ye ait olduğunu, fakat
Cebrail´in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed´e geldiğini iddia ederler.
Bunlara «Kargacılar» anlamına «Ğurabiyye» denilişinin sebebi; bunların,
«Karganın kargaya benzediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber´e benzer»
demeleridir.
Âlimler,
bu tutarsız sözü çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden biri olan İbn-i Hazm de «Fisal»
adlı kitabında bu sözün mânâsız olduğunu ortaya koymuştur.
Aslında
bu söz, tarihi bilmemek ve gerçekleri çiğnemekten başka bir şey değildir. Hz.
Peygamber´e peygamberlik geldiğinde Hz. Ali, dokuz yaşında küçük bir çocuktu.
Peygamberlik gibi ağır bir vazifeyi yüklenecek yaşta değildi. Dokuz yaşındaki
bir kişi dinen sorumlu bile değildir. Nerde kaldı ki dini insanlara tebliğ
edecek güçte olsun!..
Yukarıdaki
iddianın, gerçeklere ters düşmesine gelince; Hz. Âli (R.A.) fiziki yönden Hz.
Muhammed (S.A.V.)´e benzemiyordu. Her birinin kendisine mahsus bir vücut yapısı
vardı. Buna rağmen, fiziki bakımdan tamamen birbirlerine benzediğini farz etsek
bile Hz. Muhammed (S.A.V.)´e peygamberlik gönderildiği anda bu benzerliğin
mevcut olduğunu iddia etmek, efsaneden başka bir şey değildir. Çünkü kırk
yaşındaki olgun bir kişi ile dokuz yaşındaki bir çocuğun birbirlerine
benzemeleri imkânsızdır. O halde nasıl olur da Cebrail, olgun bir kişi ile
çocuğu birbirinden ayırtedemez Yine, nasıl olur da «Karganın, kargaya
benzediği» derecede Hz. Ali, Hz. Muhammed´e benzemiş olur .
3)
Keysaniyye:
Muhtar
b. Ebî Ubeyd b. Mes´ud es-Sakafi adlı kişiye tâbi olanlardır. Muhtar, önceleri
Haricî mezhebine tâbi idi, daha sonra Hz. Ali´ye yardım eden şiilerden oldu.
Keysanîler,
imamın hata işlemeyeceğine inanırlar.İmam olarak Ali'nin oğlu Muhammed bin
Hanefiyye'yi tanır. Çünkü onlara göre imam, ilâhi ilmin bir sembolüdür
Keysanîler,
peygamber hakkında, peygamberliğe ters düşen bir takım iddialarda
bulunmuşlardır. Hz. Ali´nin oğullarına karşı aşırı taassupları sebebiyle, onun
oğullarını peygamberlik mertebesine çıkarmalarına sebep olmuşsa da sözlerinde,
«Allah´ın görüş değiştirdiği» iddiaları hariç, Allah Tealâ´ya lâyık olmayan
herhangi bir sıfatı ona izafe ettikleri veya Allah Tealâ´yı tenzih etmeye ters
düşen bir iddiada bulundukları görülmemektedir.
Bununla
beraber, «ruhların bedenden bedene intikal ettiği, herşeyin bir zahiri bir de
bâtını olduğunu, bütün bu kainatın, hikmet ve sırlarıyla beraber bir insan
şahsiyetinde toplandığını ve bunların ilminin ancak Hz. Ali´ye ait olduğunu ve
Hz. Ali´nin bu ilmi oğlu Muhammed bin
Hanefiyye´ye tahsis ettiğini, Hanefiyye´nin de bu ilmi babasından miras
olarak aldığını iddia etmeleriyle islâm hakkındaki görüşlerini bir takım
felsefi görüşlerle karıştırmışlardır.
Muhtar,
Hz. Hüseyin´i öldürenlere ve Alevilere düşman olanlara karşı yoğun bir savaşa
girdi, bunlardan çok kişi öldürdü. Hz. Hüseyin´in, katline karıştığını bildiği
herkesi öldürdü.
Muhtar´ın
bu tutumu, onu insanlara sevdirdi. Özellikle Şiiler Muhtar´ın çevresinde
toplandılar, onunla birlikte savaştılar, nihayet Abdullah b. Zübeyr´in
vazifelendirdiği kardeşi Mus´ab b. Zübeyr, Muhtar´ı öldürdü.
4)
Zeydiyye:
Şii
mezhebinin ehl-i sünnet vel-cemaate en yakın olan ve en mutedil davranan
gurubu bu fırkadır.
Bu
fırka imamları peygamberlik derecesine yükseltmemiş, hatta peygambere yakın
bir derecede de saymamış, onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak
Resulullah´m dışında bütün insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir.
Resululîah
(S.A.V.)´in sahabîlerinden herhangi birini kâfirlikle itham etmemişler,
özellikle Hz. Ali´nin kendilerine bey´at ettiği ve Halifeliklerini kabul
ettiği sahabîleri ağır şekilde suçlamamışlardır. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali
Zeynelâbidin´dir.
Zeyd,
Küfe´de zamanın Halifesi Hişam b. Abdülmelik´e isyan etti. Neticede öldürüldü
ve asıldı. Tarihçi Mes´udî Zeyd´in isyan ediş sebebini şöyle anlatır:
Zeyd
Hişam´m huzuruna vardı. İçeri girdiğinde oturacağı bir yer bulamadı. Salonun en
sonunda bulduğu bir yere oturdu ve şöyle dedi: «Ey müminlerin emiri! Hiçbir
kimse kendisini, Allah´dan korkmaktan büyük sayamaz ve ondan korkmadan başka
herhangi bir şey için kendisini küçültemez.» Bunun üzerine Hişam şu cevabı
verdi: Sus ey anası ölesi! Sen, içinden Halife olmak istiyorsun. Halbuki sen
cariye çocuğusun.»
Zeyd
de şöyle cevap verdi: «Ey müminlerin emiri sana verilecek cevap var. Arzu
edersen vereyim. İstemezsen susayım.» Hişam : «Susma söyle» dedi. Zeyd ise
şunları söyledi:
«Anneler,
erkekleri gayelerinden alıkoymazlar. Hz. İsmail´in annesi de Hz. İshak'ın
annesi de bir cariyeydi. Hz. İsmail´in
annesinin cariye oluşu, onun, Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesine,
onu Araplara ata yapmasına ve onun soyundan, insanlığın en hayırlısı olan Hz.
Muhammed (S.A.V.) ´i getirmesine engel olmamıştır. Sen bana bu lâfı
söylüyorsun halbuki ben Hz. Fatıma ve Hz. Ali´nin evlâdındanım.»
İmam
Zeyd (R.A.) İslâm cemaatinden ayrılmamış ve itaatten çıkmamıştır. Bu bir
gerçektir. Zeyd kendini ilme vermişti. Çağındaki âlimlerin, Zeyd´le sıkı bir
münasebetleri vardı. Ondan ilim tahsil ederlerdi. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu
Hanife de Zeyd´le ilgi kurmuş ve ondan ilim tahsil etmişlerdi.
Ebu
Hanife Zeyd´i destekliyordu ve Emevî ordusuna karşı savaşa çıktığı zaman onun
hakkında şöyle diyordu: «Zeyd´in bu çıkışı, Resululîah (S.A.V.)´in Bedir
savaşındaki çıkışma benzer.»
Zeydiye´nin
Bazı Görüşleri
a)
Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S.A.V.)´in vasiyetle beyan.ettiği
imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları
zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zikredilen sıfatlar, Resulullah
(S.A.V.)´den sonra Hz. Ali´nin imam olduğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar,
Hz. Ali´ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar,
halifenin, Haşimîlerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine
biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali´den sonra ise, imamın,
Hz. Fatıma´nm soyundan olması gerekir.
İmamın,
ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları,
başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd´e karşı
çıktılar. Muhammed Bâkır´ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine
göre baban (Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir
zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile
geçirmemiştir.»
b)
İmam Zeyd, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan
birinin halife olabileceğini kabul eder.
İmamlık
hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şartı olmayıp, ideal bir
imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulunan kişi, hilafete başkasından
daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İslâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz
sahipleri bu sıfatların tamamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer
ve ona biat ederlerse bunların biatları geçerlidir.
Bu
temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliklerini
kabul eder. Sahabîlerden herhangi birini kâfirlikle itham etmez. Bu hususta
Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki ´Ali b. Ebî Tâlib, sahabîlerin en üstünüdür. Ancak
hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir´e
bırakıldı. Bu faydalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü
hoşnud etmekti. Çünkü, peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden
çok zaman geçmemişti. Hz. Ali´nin kılıcında bulunan müşriklerin kan henüz
kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam ´duygusu olduğu gibi duruyordu.
Kalpler tamamen Hz. Ali´ye meyletmiyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik
meselesini, yumuşaklığı ile, sevilmesiyle, yaşlıhğıyle, ilk müsîümanlardan
oluşuyla ve Re-sulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin
yürütmesinde fayda vardı.»
Birinci
prensibe ilâveten bu prensip, birçok Şiilerin Zeyd´e karşı çıkmasına sebep
oldu. Bağdadi´nin «el~Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir:
«Zeyd´le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında savaş şiddetlenince, taraftarları
Zeyd´e şöyle demişlerdir: «Biz sana, deden AH b. Ebi Talib´e zulmeden Ebubekir
ve Ömer hakkındaki görüşünü bize bildirdikten sonra yardım edeceğiz.» Bunun
üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden başka
birşey söyliyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, dedem Hüseyin´i
öldürdüler, «Harre» savaşında Medine´yi yağma ettiler. Sonra Beytullah´a
mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd´den
ayrıldılar.
c)
Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek
caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân ettiği bölgede imam olarak
kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfatlara sahip olsun ve «ehlül Halli
vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Bu
sözden anlaşıldığı gibi Zeydiyye mezhebine mensup olanlar, bir bölgede iki halife
bulunmasını caiz görmezler. Çünkü bu durum, orada bulunan insanların iki ayrı
halifeye biat etmelerini gerektirir ki, bu da sahih delillerle yasaklanmıştır.
d)
Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vaz
geçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar. Bu meselede
Zeydîler, Muteziîe´nin yolunu tutmuşlardır. Çünkü Zeyd´in, Mutezîle´nin lideri
Vâsıl b. Ata ile büyük bir ilişkisi bulunmuştur.
Zeyd´in
Vâsıl ile olan bu ilişkisi ve diğer bir kısım sebeplerden dolayıdır ki bir
kısım şiiler Zeyd´i sevmezler. Çünkü Vâsıl b. Ata, devamlı olarak şunları
söylerdi. «Ali b. Ebi Talib´in (Kerremallahu vechehu) Cemel savaşında ve
Şamlılarla yapmış olduğu savaşlarda haklı olduğu kesin değildir. Çarpışan
taraflardan birisinin hatalı olduğu muhakkaktır. Fakat kimin hatalı olduğunu
tayin etmek güçtür.» Öyle görülüyor ki, Şiiler Vâsıl b, Atâ´nm bizzat kendisini
sevmiyorlardı, Mutezile´yi değil... Çünkü inancı bakımından Şii mezhebi
genellikle Mutezile ile birleşmekte, Eş´arî ve Maturidî mezhebine ters
düşmektedir.
Zamanla
Zeydiye mezhebi zayıfladı. Diğer Şii mezhepleri ona galip geldi veya onu
içinde eritti yahut bazı prensiplerini ona kabul ettirdi. Bu sebepledir ki
daha sonra ortaya çıkan Zeydiye mensupları, daha üstün bir şahıs bulunduğu
halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olmasını caiz görmemişler
ve böylece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul etmeyen Rafizîlerden
olmuşlardır. Bu yolla Zeydiye mezhebinin en belirgin özelliği kaybolmuştur. Bu
itibarla Zeydiye´yi iki kısma ayırabiliriz:
1
.Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul eden ve Rafizîlerden sayılmayan
önceki Zeydiler.
2
.Bu iki zatın halifeliklerini kabul etmeyen ve Rafizi olan sonraki Zeydîler.
Bugün,
Zeydiye mezhebi mensupları Yemen´de bulunmaktadır. Bunlar, ilk Zeydilere daha
yakındırlar.
5)
İmamiye:
Bugün,
İran, Irak, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan Şii mezhebine mensup
olanların çoğu «Şii-İmamî» diye adlandırılan guruba dahildirler.
Hz.
Ali, Peygamber tarafından tayin edilmiştir. O da, Peygamber (S.A.V.)´in
vasiyeti gereği, kendisinden sonra gelecek imamları tayin eder. Bunlar,
imamları «Vasiler» olarak adlandırırlar. îmamiye mezhebinde olanlar, Hz. Ali
(R.A.)´ın, Peygamber Efendimizden gelen açık ve kesin bir delille bizzat imam
tayin edildiği, imamın, sıfatlarıyla tayin edilmediği hakkında ittifak etmişler
ve şöyle demişlerdir :
«Dünyada
Halifeyi tayin etmekten daha önemli bir iş yoktur ki Resulullah (S.A.V.) İslâm
ümmetinin bu önemli işini kalbinde bulundurmayarak vefat etsin. Zira,
Resulullah (S.A.V.) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek ve onların
arasını bulmak için gönderilmiştir. Resulullah´m, insanları herbirinin,
diğerinin katılmayacağı bir yolda olacakları bir şekilde başıboş bırakarak
vefat etmesi caiz değildir. Bilâkis, kendisine başvurulacak bir kişiyi tayin
etmesi, kendisine güvenilen ve itimad edilen birini açıkça halifeliğe tayin
etmesi, ona vaciptir.
İşte
Resulullah´m tayin ettiği o şahıs, Hz. Ali´dir.» îmamîler, Resuîullah (S.A.V.)
tarafından bizzat Hz. Ali (R.Â.)´ın halife olarak tayin edildiğine delil
olarak, doğru ve sahih olduğunu zannettikleri bazı hadisleri gösterirler. Bu
hadisler şunlardır.
«Ben
kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Ey AHahunl Sen ona dost olana dost ol,
düşman olana düşman ol.»[ İbn-i Mâce
Kitab el-Mukaddime bab, 11 / Ahmed İbn-i Hanbel C. 1, Sh. 118-119 /
Mecmauzzevaid adlı hadîs kritiği hitabı, bu hadisin senedinin zayıf
olduğunu söyler.]
«Sizin
en iyi hükmim, vereniniz Ali´dir.» [Buhari´de bu metin şöyledir: Ömer «En güzel
Kur´an okuyanınız Ubey ve en güzel hüküm verenimiz de Ali´dir.» dedi. Buhari;
Kitab et-Tefsir fcab; 2/îbni Mâce´de ise hadisin metni şöyledir: «Ümmetimin
ümmetime en merhametli olanı Ebu Bekir, Allah´ın dini hakkında en titiz
davrananı Ömer, ümmetimin en samimi haya edeni Osman ve en güzel hüküm vereni
de Ali b. Ebi Talip´dir.» İbn-i Mâce; Kitab el-Mukaddime bab, 11.]
Şiilere
karşı çıkanlar, bu zikredilen delillerin, Resulullah´dan gelip gelmediği
hususunda şüphe etmektedirler.
İmamiye
mezhebi mensupları, Peypgamber Efendimiz (S.Â.V.) zamanında görülen bazı
hadiselerden de, Hz. Ali´nin, Peygamber tarafından halife tayin edildiğine
dair deliller çıkarmaya çalışırlar, Meselâ:
Resulullah
(S.A.V.) hiçbir sahabeyi Hz. Âli´ye âmir tayin etmemiştir. Hz. Ali,
Resuluilah´dan ayrı bulunduğu her harp ve müfreze harekatında âmir kendisi
olmuştur. Ebubekir, Ömer ve diğer sahabîler böyle değildirler. Çünkü onlar
bazan âmir olmuşlar, bazan da başkaları onlara âmir tayin edilmiştir. Bunun en
güzel örneği; Hz. Ebubekir ve Ömer´in de içinde bulundukları ve Resulullah´m,
başına komutan olarak Üsame´yi tayin ettiği ordudur.
Şiiler,
kendi inançlarına göre bu meseleyi " Peygamber Efendimiz (S.´A.V.) Hz. Ebubekir
ve Ömer´i, Hz. Ali´ye vasiyet ettiği hilafet mevzuunda Ali´ye karşı
çıkmamaları için Üsame´nin emri altındaki ordu ile göndermiştir" şeklinde
yorumlamaktadırlar.
Yine
Şiiler, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Hz. Ebubekir´i Hac için âmir tayin ettiği
vakit, Tevbe sûresinin nazil olduğunu, Hac mevsiminde bu sureyi insanlara
tebliğ etmek için Hz. Ali´yi gönderdiği., Haccın âmiri olduğu halde Hz.
Ebubekir´i vazifelendirmediğini de bu hususta delil olarak gösterirler.
Görüldüğü
gibi îmamiler, doğru olduğuna inandıkları bir kısım haberleri ve nass
mahiyetinde sandıkları bazı davranışları, Hz. Âli (R.A)´ın bizzat halife tayin
edildiğine delil getirirler.İslâm alimlerinin çoğunluğu ise delil gösterilen bu
haberlerin doğruluğunda ve kendilerinden hüküm çıkarılmak istenen icraatın
sıhhatinde îmamîlere muhalefet
etmişlerdir.
İmamiler,
Hz, Ali´nin nass yoluyla Resulullah´m halifesi olduğu hususunda ittifak
ettikleri gibi, Hz. Ali´nin, Hz. Fatıma´dan doğma oğulları Hasan ve Hüseyin´in,
Hz. Ali´den sonra sırasıyla, hilafete ´gelmesi icabeden vekiller oldukları
hususunda da ittifak etmişler ancak, bunlardan sonra gelecek olan halifeler
hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta bu hususta yetmişten fazla fırkaya
ayrıldıkları söylenilmektedir. Aralarında en büyük iki fırka İsnaaşeriyye ve
İsmailiyye´dir.
A)
İsnaaşeriyye: (Caferiyye)
Bunlar,
halifeliğin, Hz. Hüseyin (R.A.)´dan sonra Ali Zeynelâbidin´e ondan sonra
Muhammed el-Bâkır´a ondan sonra Cafer-i Sadık´a, ondan sonra Musa Kâzım´a,
ondan sonra Ali el-Rıda´ya, ondan sonra Muhammed el-Cevad´a, ondan sonra Ali
el-Hadiye, ondan sonra Hasan el-Askeri´ye, ondan sonra onikinci imam olan
Askerî´nin oğlu Muhammed´e ait olduğunu kabul ederler.12 imamın masumiyetine
inanılır.
İsnaaşeri´ler,
onikinci imam Muhammed´in, babasının evinde «Sirdab» diye adlandırılan bir
sığmağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar. İsnaaşerîler,
gizlenen onikinci imamın yaşı mevzuunda ihtilâf ederek bazıları, gizlendiği
zaman yaşının dört olduğunu, bazıları ise sekiz yaşında olduğunu söylerler.
Yine İsnaaşeriler, gizlenen onikinci imamın, vereceği hüküm hakkında da
ihtilâf etmişler, bazıları, kaybolduğu yasta iken, halifenin bilmesi gereken
şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacib olduğunu ileri sürerken, diğer bir
kısmı, hüküm vermenin, gizlenen imamın mezhebine mensup âlimlere ait olduğunu
söylemişlerdir.
Günümüzdeki
isnaaşeriyye mezhebi mensupları bu son görüşü benimsemektedirler. Irak nüfusunun
hemen hemen yarısı, îsnaaşeriyye mezhebine mensup olan Şiiîerdendir. îtikadi
meselelerde, aile hukukunda, miras, vasiyet, vakıf, zekât ve ibadetlerinde,
İsnaaeşriyye mezhebini tatbik ederler, İran halkının çoğu da Şiiliğin bu koluna
mensuptur. Bu mezhep mensuplarından bazıları Suriye´de, Lübnan´da ve birçok
İslâm ülkelerinde bulunmaktadır.Bunlar çevrelerinde bulunan Sünnîlere hoş
görünmeye ve onlan, kendilerinden nefret ettirmemeye çalışırlar.
İmamiyen İsnaaşeriyye kolu, diğer imamiyeler gibi imamda,
Peygamber (S.A.V.)´in vasiyeti ile aldığı mukaddes bir otoritenin bulunduğunu
kabul eder. İmamın, Müslümanların işini vasiyetle üzerine aldığı gibi...
İmamiye
mezhebine mensup olanlar, ortaya çıkan her hadise hakkında ´Allah Tealâ´nm bir
hükmü bulunduğuna, mükellef olan kulların, yapmış oldukları her" amel
hakkında Allah Tealâ´nın şu beş hükmünden birinin mevcut olduğuna inanırlar:
Yapılan iş, ya vaciptir, ya haramdır, ya mekruhtur yahut menduptur veya
mubahtır, Allah Teaîâ, bu hükümleri, peygamberlerin sonuncusu olan Hz.
Muhammed´e göndermiştir. Hz. Muhammed bu hükümleri ya ´Allah´ın vahyi ile veya
ilhamla öğrenmiştir. Hz. Muhammed, bu hükümlerden çoğunu açıklamıştır.
Özellikle etrafından ayrılmayan ashabına, her gün huzurunda bulunan ashabına
açıklamıştır. Böylece o ashab, çevrede bulunan tüm müslümanlara dini tebliğ
ediciler olsunlar.
Birçok
hükümler, tatbik edilmelerini icap ettiren sebepler gerçekleşmediğinden
açıklanmamıştır. Yine dinin peyderpey yayılması hikmeti, bir kısım hükümlerin
izah edilmesini, diğer bir kısmının da gizli tutulmasını gerektirmiştir.
´Ancak, Hz. Muhammed (S.A.V.) bu çeşit hükümleri vekillerine öğretmiş, her
vekil de kendisinden sonraki vekile bunları aktarmıştır. Umumî hükümlerin
istisnalarım, mutlak olarak bırakılan hükümlerin sınırlandırılın alarmı, kapalı
olan hükümlerin izahına, hikmete uygun bir şekilde ve müsait zamanlarda
vekiller tebliğ edeceklerdir.Buna göre:
1)
Kendi imamları, Resulullah´m kendilerine şeriatın sırlarını bıraktığı
vekillerdir. Resulullah, şeriatın bir kısım hükümlerini beyan etmiş
diğerlerinin zamanı gelmediği için izahla nnı vekillerine emanet etmiştir.
2)
Vekillerin her söylediği İslâm şeriatıdır. Çünkü bunların söyledikleri,
peygamberliği tamamlamaktadır. Bunların sözleri, Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)´in sözü gibidir. Zira, bunların söyledikleri, Resulullah´m,
kendilerine emanet ettiği dini sırlardır. Onlar konuşurken, Resulullah´dan
aldıklarını konuşur ve onun, özellikle, kendilerine tevdi ettiği şeyleri izah
ederler.
3)
İmamlar, dinin umumî hükümlerini hususileştirebilirler, mutlak hükümleri
smırlandırabilirler.Hüküm koyma bakımından imamların bu mertebede olduklarını
sanan İmamîler, imamlarının hatâ yapmaktan, unutmaktan ve günah işlemekten
beri olduklarına ve imamın, kendisine hiçbir şüphe arız olmayan, temiz ve
temizleyen bir zat olduğuna inanırlar. Bu hususta îmamîler ittifak
içindedirler.
Bu
anlatılanlar, îmamiyenin İsnaaşeriyye fırkasına göre imamın mertebesine kısaca
bir işarettir. Diğer bütün îmamilerin de, aynı görüşte oldukları
anlaşılmaktadır. İmamın mertebesinin, peygamberin mertebesine yakm olduğu
hususunda îmamîler asla ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü onlar, «vasi» olan
imamın, peygamberden sadece bir sıfatla ayrıldığını açıkça söylerler. O da,
imama vahyin gelmemesidir.
İmamın
mertebesi hakkında geniş iddiaları kapsayan bu sözleri okuyan kişi, bunların
herhangi bir delile dayanmadığını, bilâkis bâtıl olduklarına dair delil
bulunduğunu anlayacaklardır. Zira Hz. Muhammed (S.A.V.) îslâm şeriatını tümüyle
açıklamıştır. Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurur: «Bugün size dininizi
tamamladım...» [Maîde suresi âyet, 23 .]
Eğer
Hz. Muhammed (S.A.V.) İmamilerin iddia ettikleri gibi herhangi bir şeyi
gizlemiş olsaydı, Rabbinin, kendisine tebliğ etmesini emrettiği dini tebliğ
etmemiş olurdu. Bu da mümkün değildir.[Zira bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur
: «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah´ın
peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun...» Mâide, 67 ]
Diğer
yandan, hatalardan beri olmak ancak peygamberlere mahsustur. Peygamberlerden
başkasının masum olacağına dair herhangi bir delil yoktur.
Bazı
farklar :
Caferilik'te
ibadet öncesi yapılan temizlikte (abdest denir) ayaklar yıkanmak yerine hafif
ıslak olan eller ayaklara sürülür (mesh denir)
Günlük
ibadetlerde (namaz) ise Sünnilerle aynı şekilde namaz 5 vakit kabul edilir
ancak öğle ile ikindi akşam ile yatsı namazları birleştirilerek (Sünnilikte
olduğu gibi "cem" terimiyle adlandırılır.) gerçekleştirilir.
Kıyamda
elleri bağlamazlar. Namazlarda Sünnilerde olduğu gibi sağ ve sol omuza selam
vererek namaz bitirmezler, namaz bitiriş şekilleri farklıdır.
Caferilikte
Sünnilerde olduğu gibi evliliğin pek çok kuralı ortak kabul edilmekle birlikte
(karşılıklı anlaşma, hukuken tescil edilmesi vs.) Caferilerde daimi evliliğin
haricinde tarafların önceden evliliklerine süre tayin ederek evlenmeleri (Muta
nikahı denir) geçerli bir uygulamadır. Geçici evlilik de denilen Mut'a Nikahı
tüm Sünni mezheplerce geçersiz kabul edilmektedir.
Sünnilerden
farklı olarak Caferilerde Hums denilen gelirin beşte birinden alınan bir vergi
bulunmaktadır. Zekattan farklıdır. Caferi din adamlarına göre Hums'un yarısı
Peygamber soyundan gelen kimselere ve fakir, yetim olan Seyyidlere diğer yarısı
da dini bilgisi geniş olup hüküm verebilen Müctehidlere verilir. Müctehidlerin
bu parayı kendisine kullanma hakkı yoktur. Din yolunda bu para harcanır.
Ayrıca
Caferilere göre Peygamber'den sonra 12 imam gelmiştir. Son imam ortadan
kaybolmuştur. Son zamanda ortaya çıkacaktır. O çıkıncıya kadar bir Şiî alimi
onun adına hüküm verir, içtihat yapar. Bu alimin içtihatları da bağlayıcıdır.
B)
İsmailiyye: (Batınilik)
İmamiyenin
bir koludur. Bu fırka, çeşitli îslâm ülkelerine yayılmıştır. Bir kısmı
Afrika´nın güneyinde ve orta kısmında, diğer bir kısmı Şam´da, çoğunluğu ise
Hindistan ve Pakistan´da bulunmaktadır.İsmailler, Mısır ve Şam´a hükmeden
«Fatımiler» devletini de kurmuştur.
Bu
mezhep, İsmail b. Cafer es-Sadık´a nisbet edilir. Bu mezhebe mensup olanlar,
imamların sıralanması meselesinde Cafer-i Sâdık´a kadar, İsnaaşeriyye
taifesiyle ittifak halindedirler. İsnaaşeriyyeler, imamlığın, Cafer-i Sadık´tan
sonra Cafer´in oğlu Musa Kâzım´a geçtiğine inanırlarken, İsmailiyye gurubu,
Cafer-i Sâdık´ın diğer oğlu İsmail´e geçtiğini ileri sürerler. İsmailiyye
mezhebine mensup olanlar, İsmail´in imam olduğunun babası Cafer-i Sâdık´ın
nassı ile (sözü ile) sabit olduğunu, ancak İsmail´in, babasından önce Öldüğünü
ileri sürerler.
İsmail´in,
babası Cafer-i Sadık´tan önce ölmesine rağmen, İsmailiyye mezhebinde olanlar,
Cafer´den sonra oğlu İsmail´in, imam olacağına dair, Cafer´in nassını geçerli
sayarlar. Çünkü bunlara göre, imamın söylemiş olduğu bir nassı geçerli saymak,
onu geçersiz saymaktan daha evladır.
Bu
görüşe şaşımamalıdır. Zira, İmamiler, imamlarının sözlerini, ´şeriatın
nasslarma denk tutarlar. Onlarla amel edilmesinin vacip olduğunu ve ö sözlerin
ihmal edilmesinin caiz olmadığını iddia ederler.
İsmaililere
göre imamlık, Cafer´in oğlu İsmail´den sonra, İsmail´in oğlu Muhammed Mektum´a
geçmiştir. Muhammed Mektum «Gizlenen imamlar» mânâsına gelen «Mektum
imamların» birincisidir. Çünkü îsmaililer, imamın gizli olabileceğini, buna
rağmen ona itaatin gerekliliğini savunurlar. Bunlara göre imamın gizli oluşu,
imam oluşuna engel teşkil etmez.
İsmaililere
göre, imamlık, Muhammed Mektum´dan sonra oğlu Cafer-i Musaddık´a, ondan sonra
Musaddık´ın oğlu Muhammed el-Habib´e, ondan sonra Kuzey Afrika´da ortaya çıkan
ve Fas ülkesine kral olan Habib oğlu Abdullah el-Mehdi´ye, ondan sonra da
Mısırda Fatımi devletini kuran diğer imamlara geçmiştir.
Diğer
Şii mezhepleri gibi bu mezhep de Irak´ta ortaya çıkmış ve diğer mezhep
mensuplarının gördükleri işkencelere bunlar da uğramışlardır. İşkence ve
baskılar neticesinde bu mezhebe mensup olanlar. İran´a, Horasan´a ve onların
komşuları Hindistan´a, Türkistan´a kaçmışlar, mezheplerine eski Fars inançları
ve Hint görüşleri karışmış, neticede birçokları hak yoldan sapmışlar, heva ve
heveslerine uymuşlardır. İşte bu sebeple, îsmailiyye adını birçok fırkalar
taşımaktadır. Bazıları İslâm´ın dışına çıkmamışken diğerleri, İslâm´ın değişmez
hükümleriyle çelişen bir kısım düşünce ve inançları benimseyerek İslâm
çerçevesinin dışına çıkmışlardır.
Bu
mezhepten olanlar, Hindistan´da bulunan Brahmanizm düşüncesinde olanlarla,
Pythagoras felsefesini benimseyen îşrakiyyunla, Budizm inancında olanlarla ve
Keldani ve Farsda bulunan inanç ve manevî düşünceler, astronomi ve benzeri
gprüşlerle temas kurmuş, haşir neşir olmuşlardır.
Bu
mezhep mensuplarından bir kısmı, bu hurafelerin tümünü kabullenmiş ve aşırı
davranmışlardır. Aşın davranmaları ölçüsünde de îslamdan uzaklaşmışlardır. Bu
mezhep mensuplarından diğer bir kısmı ise» bu hurafelerin sadece bir bölümünü
almış ve îslâmî gerçeklerden tamamen uzaklaşmamalardır, îsmailiyye mezhebinde
olanların, kendilerine prensip edindikleri gizlilik, onların îslâm cemaatinin
çoğunluğundan kopmasına vesile olmuştur. İsmaililer, Sünnilerin inancına
ıınamamışlardır. Bunlar, gizlilikleri.arttıkça îslâm cemaatinden
uzaklaşmışlardır. Bunların gizlilik prensibi o derece ileri gitmişti ki kitap
ve risaleler yazarlar, yazarlarının adlarını zikretmezlerdi. Meselâ: Birçok
ilimleri ve derin felsefî görüşleri kapsayan «îhvanussafa» risaleleri,
İsmailîyye mezhebi mensupları tarafından yazılmış fakat âlimler, bunları
yazanların isimlerini bilememişlerdir.
İsmailiyye
mezhebine mensup olanlara «Batıniler» de denir. Böyle adlandırılmalarının
sebeplerinden biri, bunların, inançlarını insanlardan gizlemeleridir.
Gizlemelerinin sebebi ise önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları idi. Daha
sonra ise, inançlarını gizlemek, onların bazı guruplarında psikolojik bir
hastalık durumuna geldi. Bunlardan bir kısmına da «Haşşaşîn» denir. Bunların
davranışları ve içyüzleri, Haçlı seferlerinin ve Tatarların savaşları
sırasında ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı İslâm´a ve Müslümanlara bir belâ
kaynağı olmuştur.
Bunların
«Batıniler» diye adlandırılma sebeplerinden biri de bunların, birçok zaman
«îmam gizlidir» diye iddiada bulunmalarıdır. Bunlara göre Fas topraklarında
kurulup daha sonra Mısır´a geçen devletleri ortaya çıkıncaya kadar imamları
gizli olarak devam .etmiştir.
Yine
bunların «Batınîler» diye adlandırılış sebeplerinden biri de «Şeriatın bir
zahiri vardır bir de batını, insanlar, onun ancak zahirini bilebilirler,
batınını ise ancak imam bilir. Hatta imam, şeriatın batınının batınını bilir.»
demeleridir. Bunlar, bu düşünceden hareket ederek, Kur´an-ı Kerîm´i çok uzak
ihtimallerle te´vü ettiler. Hatta bazıları, bir kısım Arapça kelimeleri acaip
şekillerde te´vil ettiler. Bu te´villerini ve imamda var olduğunu kabul
ettikleri sırları «Batı ni ilim» diye adlandırdılar. «Zahiri ilim» «Batınî
ilim» meselesinde İsnaaşeriyye taifesi de bunlara katılmaktadır. Bir kısım
tasavvufçu lar da «Zahirî ilim» «Batınî ilim» meselesini bunlardan almışlardır.
Kısaca,
îsmailiyye mezhebinde olanlar, görüşlerinin çoğunu gizlerler, ancak müsait
zamanlarda onların bir kısmını açıklarlar. Onlar, doğuda ve batıda nüfuzu
yaygın olan bir devletleri bulunduğu zamanda bile inançlarının tümünü ortaya
koymamışlardır.
İsmailîlerin
mutedil olanlarının benimsedikleri görüşler şu üç temel üzerine kurulmuştur.
îsnaaşeriyyeler de bu fikirlerin çoğuna aynen katılırlar.
1)
İlâhî feyiz: Bu, ´Allah´ın, imamlara lütfettiği bir bilgidir. ´Allah Tealâ,
imamları, imamlıkları icabı derece ve ilim yönünden, insanlardan üstün
kılmıştır, imamlarda, başkalarında olmayan ilimler vardır. Onlara, diğer
insanların idrak edemedikleri şer´î ilimler verilmiştir.
2)
İmamın açık ve tanınan bir kişi olması gerekli değildir. Bilâkis imam, gizli
ve tanınmayan biri de olabilir. Buna rağmen ona itaat edilmesi vaciptir. O,
insanlara doğru yolu gösteren mehdidir. O, geçen nesillerde ortaya çıkmamışsa
da birgün mutlaka ortaya çıkacak, kıyamet kopmadan önce, zulüm ve haksızlıkla
dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
3)
İmana, hiçbir kimsenin önünde sorumlu değildir. îmam ne yaparsa yapsın, hiçbir
kimse onu hatalı görmez. Bilâkis, herkesin, ona inanması vaciptir. Onun yaptığı
herşey hayırdır. Ondan, şer su dur etmez. Çünkü imamda hiçbir kimseye
verilmeyen bir ilim vardır.
İşte
bu sebeple İsmailîler, imamların masum olduğuna inanırlar. Buradaki masumluğu,
bizim anladığımız şekliyle «Hata işlemezler» mânâsına almamışlardır. Onlara
göre imamın masumluğu şu mânâ dadır: Bizim hata sandığımız şeyleri diğer
insanların yapması caiz olmadığı halde imamlar yapabilir. Çünkü onlarda,
yollarını aydın latan ilim vardır.
6)
Hakimiye:
Batıniye
fırkasının yolu olan ve gölgesi altında görüşlerinin geliştiği gizlilik,
«Hakimiyye» diye adlandırılan fırkanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar
İslâmî sınırlan aşan aşırı uçlardandır. Hakimiye fırkasında olanların bir
kısmi; «Allanın nurunun yeryüzünü aydınlatması» meselesinde çok aşırı
gitmişler, Allah´ın, imama hulul ettiği görüşüne varmışlar ve imama ibadet
etmeye davet etmişlerdir.
Bu
aşın gurubun reisi, Allah´ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden
ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlanndan
«el-Hâkim bî-Emrillah» dır. Bu kişi, önce kendini gizledi, daha sonra bazı
rivayetlere göre öldü, bazılarına göre ise öldürüldü. Tercih edilen görüş,
Hâkim´in, bir kısım akrabaları tarafından öldürüldüğüdür..
«el-Hâkim
bî-Emrillah»´m rnüridleri ve kendisinden sonra ortaya çıkan mezhebine tâbi
olanlar Hâkim´in öldürüğünü kabul etmezler. Onun gizli yaşadığını ve birgün
döneceğini iddia ederler.
7)
Dürziler:
Dürzîliğin
inançsal kökeni Mısır'daki Fatımi Devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar
Dürzîliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah'ın
kendisinin Tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Çünkü
Dürzîlik, ilk olarak 1017 yılında Anti-Lübnan Dağları'ndaki İsmaililer'in
Hâkim'in Tanrılığını kabul etmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bu yıl
Dürzîlerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hâkim'in veziri olan
Hamza bin Ali, Hâkim'in Tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini
üstlenir ve Hâkim'in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır.
Bu risalelerde Allah'ın Yedi İmam'a hûlul ederek insan biçimine büründüğünü, en
son olarak da Hâkim'in özünde Allah'ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder.
Hamza, Hâkim'in Tanrılığının yanı sıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya
atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi'yi Suriye'ye
gönderir. Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça
başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide
inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma
başlar. Hamza, bir süre Hâkim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur.
Halife Hâkim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat
kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada
halife Hâkim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hâkim
ve Hamza’nın yandaşlarıMısır'ı terk etmek ve Suriye'de Anuştegin ed-Derezi
tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.
Dürzî
inancına göre Allah, Yedi İmam'dan sonra Fatımî halifesi Hâkim Biemrillah
el-Mansur İbnil Aziz Billah'ta Hâkim Biemrihi adıyla insan kılığında
görünmüştür. Halife'nin veziri Hamza bin Ali de onun peygamberidir. Dürzîliğin
dört şartı,
Hâkim'in
Allah olduğuna inanmak,
Emri
tanımak,
Hududu
bilmek
Nasihate
uymaktır.
Dürzî
inancının özetle ilkeleri:
Yalnızca
tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca
O’nun varlığını, var olduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan
biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenleşme (incarnation) biçiminde
değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir
insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur.
Dürzîlerde
bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce
ulaşılır; bunlara akıllılar anlamına gelen Ukkal denir. Bunlar başlarına beyaz
sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzîlikte
Ukkal'in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma
bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl
üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzî’nin ancak ikinci
yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm
gizem törenlerine katılmaya hak kazanır.
Çoğunluğu
oluşturan diğerleri Dürzî inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler
ve bunlara da cahiller anlamına gelen Cuhhal denilir.
Dürzîlerin
inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep
üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak
bilinmemekle beraber Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir
uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.Tapınmaları gizli olduğundan
törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz.
Dürzi
inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan bir tür
reenkarnasyondur. Dürzîler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz
eti tüketimini yasak sayarlar.
Ayrıca
Dürzîlik; Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudilerveya diğer dinlere mensup
olanlarla evlenmeyi yasaklar.
İslam
dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere Dürzîlerin inanıp
inanmadığı kesin değildir. Ayrıca Oruç, namaz, hac gibi İslamî ibadetleri de
yapmak zorunda değillerdir. Bu gibi sebeplerden dolayı Sünni mezhepler
tarafından Dürzîlerin İslâmiyet ile alâkaları bulunmadığı düşünülmektedir. Buna
karşın, Dürzîler kendilerini bir İslam mezhebi olarak tanımlamaktadırlar.
8)
Nusayriye: (Hasan Sabbah)
Nusayriler,
ehi-i beyt´e mutlak bir bilgi verildiğine, Hz. Ali´nin ölmediğine, onun ilâh.
olduğuna veya ilâha yakın bir derecede bulunduğuna inanırlar. Nusayrîler,
şeriatın, bir zahiri bir de bâtını olduğu ve bâtınını imamların bildiği
hususunda, Batınîyye fırkasıyla birleşmektedirler.
Bunlara
göre nur, asrın imamının üzerine´ doğar, onu şeriatın hakikatlannı, zahirini
değil, bâtınım anlamaya sevkeder.
Kısaca
bu fırkanın görüşleri Şii fırkalarına mensup olan ve bir çok Şiilerin
reddettikleri aşırı görüşlerin bir karışımıdır. Bunlar, halihazırda hiçbir
mensubu bulunmayan kâfir Sebeiyye fırkasından «Hz. Ali´nin Allah olduğu, onun
ebediliği ve tekrar döneceği» görüşünü almışlar, Batmiyyeden ise, «şeriatın
bir zahiri bir de bâtını» olduğu görüşünü almışlardır.
Bu
aşırı uçlar, îslâmdan sıyrılıp çıkmışlar, İslâmî mefhumîan . atmışlar,
kendilerinde «İslâm» adında başka bir şey bırakmamışlardır. Bunların
faaliyetleri, Mısır ve Şam´da hüküm süren Fatımî devleti döneminde iyice
artmış, o devletin idarecilerinden olan Hâkim bi-Emriîlah´ı kendi neva ve
heveslerine uygun bir kişi olarak bulmuşlardır, îşte bu sebeple Nusayriye
fırkasının lideri Hasan es-Sab-bah,
Farsda, Hakim bi-Emrillah´ıri döneminde ortaya çıkmış, Hakim bi-Emrillah´m
uluhîyet iddia ettiği zamanlarda Hasan, Abbasî devleti aleyhine kışkırtmalara
girişmiş, Şam topraklarına, düşüncelerini yayan davetçiler göndermiştir.
Bundan
sonra Şam topraklannda bu aşın uçlar çoğalmış, bugün «Cebel-en-Nusayriyye» diye
adlandmlan «Semnıan» dağını kendilerine karargâh edinmişlerdir.
Bu
fırkanın îleri gelenlerinden bir kısmı müridlerini esrarla uyuşturarak yoldan
çıkarıyorlar ve kendilerine bağlıyorlardı. Bu nun içindir ki tarihte bunlar
«Haşşaşîn» (esrarcılar) diye adlandırılmışlardır.
Haçlıların
Şam topraklarına ve çevresinde bulunan îslâm ülkelerine saldırdıklan dönemde
Nusayrîler, müslünıanlara karşı Haçlılara yardım ettiler. Haçlılar,"bir
kısım îslâm ülkelerini işgal edince, Nusayrileri kendilerine yaklaştırdılar,
onlara büyük mevkiler verdiler.
Nureddin
Zengi, Selahaddin:i Eyyubi ve ondan sonra gelen Eyyubiler işbaşına geçince,
Nusayriler ortadan kayboldu. Faaliyetleri, fırsat buldukça ve zaman müsait
oldukça müslümanlara tuzak kurma ve müslümanlarin ileri gelenlerini ve
liderlerini kalleşçe öldürme şekline dönüştü.
Daha
sonra Şam topraklarına Tatarlar saldırınca Nusayriler bu defa da müslümanlara
karşı Tatarlara yardım etmişler, Tatarlara, müslümanları öldürmeleri için zemin
hazırlamışlardır. Tatarların saldırıları sona erince Nusayriler, kabuklu
böcekler gibi dağlardaki kabuklarına çekildiler, yeni bir fırsatı
kollamaktadırlar.
Bütün
bu anlatılanlar, Şii adını taşıyan fırkaları kısaca özetlemektedir. Bunlardan,
Şiiîerden kimlerin doğru yolda oldukları, kimlerin saptıkları, hangilerinin
îslâmdan sıyrılıp çıktıkları ve hangilerinin Şiilik adıyla Hz. Ali´ye
yamandıkları, aslında ise îslâma ve müslümanlara karşı düşman oldukları
anlaşılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder